Canlılar üzerinde yapılan bu değişiklikler; canlı sağlığındaki olumsuzluklar (bağışıklık sistemi, allerjik hastalıklar v.b.) ekolojik dengelerin ve biyolojik çeşitliliğin bozulması, ekonomik bağımlılık, canlıların yaşam hakkının elinden alınması ve canlılar üzerinde mülkiyet hakkı tanıması açısından önemli tehdit ve riskler taşımaktadır. Yerel türler tehdit altındadır. Yaşam bir bütündür ve gen halkalarındaki en küçük bir değişiklik beslenme zinciri yoluyla bütündeki diğer parçaları da etkilemektedir. Arılar, kuşlar, böcekler ve rüzgar gibi tozlaşmayı sağlayan etkenler, GDO’ lu polenleri alıp komşu tarlalara taşıyabilmekte, komşu tarlaya bulaşan genler oradaki üründe de genetik değişikliğe neden olabilmektedir. “Gen kaçışı” adı verilen bu bulaşma sonucunda yaşamın sürdürülebilirliği açısından çok büyük önem taşıyan bitkiler giderek tek tipleşmekte, doğal çeşitlilik azalmaktadır. Bir kez gen aktarımı başlamışsa, değişmiş ürünün genetiğinin değiştirilmiş ürünlere bulaşması -ileriki nesillere de aktarılacağından- önlenemez hale gelmektedir. Böylece hasarlı olan ürünler çeşitli yollarla yayılarak, orjinal (yerel) türlerin yok olmasına neden olmakta ve türlerin doğal yapılarında sapmalar meydana gelebilmektedir. Sonuçta insan, hayvan, bitki, mikroorganizmalarda yapılan her bir değişiklik bütünün bir diğer parçası olan tarımsal biyoçeşitliliği, yani sağlıklı beslenmenin temeli olan gıda çeşitliliğini de etkileyecektir. GDO’ ların aktarılmış genleri, çevresindeki geleneksel ve organik ürünler için tehlike arz etmektedir.
Tarımda uzun zamandan beri böcek öldürücü olarak kullanılan Bt (Bacillus thuringiensis) spreyi toprakta parçalanmaktadır. Ayrıca tüketilen ürün yıkanarak Bt spreyinden arındırılabilmektedir. Ancak Bt geni aktarılmış ürünlerde Bt toksininin parçalanması ya da ürünün yıkanarak temizlenmesi söz konusu değildir. Bu durumda Bt toksini bütün etkisini ürün tüketilene kadar, hatta belki de tüketildikten sonra dahi sürdürmektedir. Bt geni aktarılmış ürünlerin tüketiminde bireyin maruz kaldığı Bt toksini miktarı Bt spreyindekinin 10-100 katıdır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler Bt toksininin memelilerde aktif olduğunu, sindirim sisteminde parçalanmadığını, bağırsaklarda bağlanabildiğini ve insan sağlığı açısından tehdit oluşturabileceğini ortaya koymaktadır (Filipinler’de bir Bt mısır ekim alanının yakınında yaşayan köy halkında solunum yolu, sindirim sistemi, cilt reaksiyonları ve ateşle seyreden hastalığın, mısırın polen saçtığı dönemde ortaya çıktığı fark edilmiştir. Bu bireylerin kan örneklerinde Bt toksinine karşı antikorlar saptanmıştır.
Diğer gen aktarılmış ürünlerin yanı sıra süt verimini artırmak için kullanılan RSBH (Rekombinant Sığır Büyüme Hormonu)uygulanan sığırlardan elde edilen sütün uzun vadedeki etkileri bilinmemektedir. Ancak araştırmalar RSBH uygulanan ineklerden elde edilen sütün düşük kaliteli ve protein içeriğinin doğal süte oranla az olduğunu göstermektedir. Bu sütler daha fazla bakteri içerdiği için daha çabuk bozulmaktadır. RSBH uygulanan ineklerde meme enfeksiyonları, yumurtalıklarda kist gelişimi, rahim ve sindirim sistemi ile ilgili bozukluklar daha sık görülmektedir. Bununla bağlantılı olarak hayvanlarda gebelik oranı düşüyor, antibiyotik kullanma sıklığı arttırmaktadır.
GDO’ ların yarattığı en büyük tehlikelerden biri de gen çeşitliliğinin yok olmasıyla birlikte insanları tek tip gıda almak zorunda bırakmaktadır. Tek tip gıdalar, insanların sağlıklı ve dengeli beslenmelerini engelleyen en önemli etkenler arasındadır. Bu durumda tek tip gıdaya mahkum edilen yoksullar sağlığını yitiriyor, maddi imkanı olanlar da gıda takviye malzemeleri ve tedavi yöntem ve ilaçlarına büyük miktarda paralar harcamak zorunda kalmaktadırlar. Genetik yapısı değiştirilen ürünlerin ekonomik olarak getirdiği en büyük sakıncalardan biri bu ürünlerin patent hakkının tüm dünyada birkaç çok uluslu şirketin elinde olmasıdır. Bu çalışmaları yapan şirketler en büyük kazançlarını patent bedeli tahsil ederek sağlıyorlar. Çiftçi, terminatör (yok edici) genlerle kısırlaştırılan tohumları her yıl yeniden almak zorunda kalıyor. Bu da çiftçiyi çok uluslu tohum üreticisi şirketlere bağımlı kılmaktadır.
Dünya’nın 21 ülkesinde 8.5 milyon çiftçi GDO’ lu ürün tarımı yapmaktadır. Küresel ölçekte üretilen bitkiler üzerinde 132 patent bulunmaktadır. (Mısırda 6 , patateste 17, soyada 25, buğdayda 22 patent). GDO’ lu ürünlerin %99’unu ABD, Arjantin, Kanada ve Çin üretmektedir. Türkiye, GDO’ lu üretimin %90’nından fazlasını oluşturan 4 ana üründe yani pamuk, soya, kanola ve mısırda ithalat yapılmakta ve GDO’ lu tohum Türkiye’de yasaklanmış olsa da, bu tip ürünlerin ithalatının kontrolü yok ve girişler sadece beyana dayalı olarak yapılmaktadır. Ayrıca gümrüklerde bu konuda herhangi bir kontrol bulunmamaktadır. Gen aktarılmış ürün yetiştiriciliğinin de yasak olduğu Türkiye’de, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Tohumluk İthalat Uygulama Genelgesi’ne göre (1988), yalnızca araştırma ve deneme amaçlı olmak üzere, Bakanlıkça uygun görülen bu tip tohumlukların ithaline mevzuat çerçevesinde izin verilmektedir. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın bazı deneme sahalarında kontrollü olarak GDO bitki yetiştiriciliği yapılmaktadır.
2001 yılında ABD (35.7 milyon ha), Arjantin (11.8 milyon ha), Kanada (3.2 milyon ha) ve Çin (1.5 milyon ha), Dünya transgenik toplam ekim alanının % 99’una sahip olmuştur. Diğer transgenik bitki üreten ülkeler ise başta Güney Afrika ve Avustralya olmak üzere, Meksika, Bulgaristan, Uruguay, Romanya, İspanya, Endonezya, ve Almanya’dır. 2001 yılında Endonezya ilk defa ticari olarak zararlılara dayanıklı (Bt) pamuk üretimine başlamış olup; 2002 yılında ise ticari olarak Hindistan’ın Bt pamuk, ve mevzuat düzenlemelerinin çözümüne bağlı olarak da Brezilya’nın herbisitlere tolerant soya üretimine başladığı tahmin edilmektedir. Öte yandan, 2002 yılında Kolombiya’nın Bt pamuk, Honduras’ın ise Bt mısırı ilk defa ön-ticari olarak ürettikleri rapor edilmektedir. 2002 yılında yine Dünya transgenik toplam ekim alanının % 99’na ABD (39.0 milyon ha; toplam alanın % 66′ na), Arjantin (13.5 milyon ha; toplam alanın % 23’ne), Kanada (3.5 milyon ha; toplam alanın % 6’na) ve Çin (2.1 milyon ha; toplam alanın % 4′ ne) sahip olmuştur.
2003 yılında ise Dünya transgenik toplam ekim alanının % 99’una, ABD (42.8 milyon ha; toplam alanın % 63’üne), Arjantin (13.9 milyon ha; toplam alanın % 21’ine), Kanada (4.4 milyon ha; toplam alanın % 6’sına), Brezilya (3 milyon ha; toplam alanın % 4’üne), Çin (2.8 milyon ha; toplam alanın % 4’üne) ve Güney Afrika (0.4 milyon hektar; toplam alanın % 1’ine) olmak üzere 6 ülke sahip olmuştur. Brezilya ve Filipinler ilk defa 2003’te transgenik bitkilerin üretilmesine onay vermiş olup; Hindistan (Bt pamuk), İspanya (Bt mısır), Uruguay, Romanya, Kolombiya ve Honduras da transegenik üretimlerini arttırmışlardır.
Dünya’da genetiğiyle oynanmış pek çok ürün bulunmaktadır: Mısır, patates, pamuk, domates, pirinç, soya, buğday, kabak, balkabağı, ayçiçeği, yer fıstığı, bazı balık türleri, kolza, kasava, papaya. Bunların dışında çalışmaların devam ettiği ürünler: Muz, ahududu, çilek, kiraz, ananas, biber, kavun, karpuz, kanola,ayçiçeği, yer fıstığı, pirinç, buğday, balkabağı, bazı balık türleri, kasava ve paapya. Ayrıca, bisküvi, kraker, kaplamalı çerez, bebek maması, aşılar, puding, bitkisel yağ, şekerleme, çikolata, gofret, hazır çorba, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalardır.
Modern biyoteknolojinin biyolojik çeşitlilik, insan sağlığı ve sosyal yapı üzerinde oluşacak olumsuzlukları önceden belirleyerek, gerekli tedbirlerin alınması Biyogüvenlik Sistemini gerektirmektedir. Transgenik organizmaların olası risklerine karşı çevrenin ve biyoçeşitliliğin korunmasını sağlamak üzere, bu konuda bağlayıcı güç taşıyan ilk uluslararası belge olan “Cartagena Biyogüvenlik Protokolü”, Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine ek protokol olarak 29 Ocak 2000 tarihinde kabul edilmiş ve 24 Mayıs 2000 tarihinde imzaya açılmıştır. Söz konusu Protokol ön tedbirlilik prensibine dayanmakta olup, riskleri önceden belirlemeye ve önlem almaya yönelik bir sistemi içermektedir. Genel tedbirler ise her ülkenin ulusal seviyede yapacağı düzenlemelere dayanmaktadır. Özellikle Avrupa Birliği ülkelerinde bu konuda oldukça katı kurallar içeren bir mevzuat uygulanmaktadır.
Dünya’da Genetik Olarak Değiştirilmiş Bitkilerin Üretimi
Dünya’da ilk transgenik bitkiler 1985 yılında tarla denemelerine alınmış olmasına rağmen üretimlerine 1996 yılında başlanmıştır
2002 yılında Dünya’da transgenik bitkilerin ekim alanı, 2001 yılındakine oranla %12 artarak 58.7 milyon hektara; 2003 yılında ise % 15 artarak 67.7 milyon hektara ulaşmıştır. Böylece transgenik bitkilerin Dünyada toplam ekim alan, 1996-2003 yılları arasındaki sekiz yıllık periyotta yaklaşık 40 kat artmıştır.
Ticari Amaçlı Üretilen Genetik Olarak Değiştirilmiş Ürünler
1997-2002 yılları arasında, Dünya’da en fazla ekim alanına sahip 4 adet transgenik bitki sırasıyla, soya, mısır, pamuk, kanola (kolza) olup; patates, bal kabağı ve papaya da çok az ekim alanına sahip olmuştur . 2002 yılında Dünyada yetiştirilen 72 milyon ha soyanın % 51′,ini; 34 milyon ha pamuğun % 20′,sini; 25 milyon ha kanolanın % 12’sini ve 140 milyon ha mısırın % 9′,unu transgenik çeşitleri oluşturmuştur.
2002 yılında Dünya’,da toplam transgenik ekim alanının % 62’sini transgenik soya (36.5 milyon ha.); % 21’ini transgenik mısır (12,4 milyon ha.); % 12’sini transgenik pamuk (6.8 milyon ha.) ve % 5’ini ise transgenik kolza/kanola (3.0 milyon ha.) oluşturmuştur. 2003 yılında ise Dünya’da toplam transgenik ekim alanının % 61’ini transgenik soya (41.4 milyon ha.); % 23’ünü transgenik mısır (15,5 milyon ha.); % 11’ini transgenik pamuk (7.2 milyon ha.) ve % 5’ini ise transgenik kolza/kanola (3.6 milyon ha.) oluşturmuştur.
Transgenetik Bitkilerde Modifiye Edilen Özellikler
2002 yılında, üretimi yapılan transgenik bitkilerin % 75′ ini yabancı ot ilacına (herbisitlere) dayanıklılık özelliğinde olanlar oluşturmuştur. Zararlılara dayanıklılık özelliğine sahip olanların, toplam transgenik ekim alanındaki oranı 1998’de % 28 iken, 1999′ da % 22′ ye, 2000’de % 18.8′ e ve 2001 yılında ise % 14.8′ e düşmüş ve 2002 yılında ise % 17′ ye yükselmiştir. Buna karşın, hem yabancı ot ilacına ve hem de zararlılara dayanıklılık özelliğine sahip transgeniklerin oranı 1998′ de % 1 (0.3 milyon ha.) iken, 1999 (2.9 milyon ha) ve 2000′ de (3.1 milyon ha) % 7′ ye, 2001’de (4.2 milyon ha.) ve 2002’de (4.4 milyon ha) ise % 8’e yükselmiştir. Patates, bal kabağı ve papayada virüslere dayanıklılık özelliğine sahip transgeniklerin, toplam üretimdeki payları 1997-2002 yılları arasında % 1’den daha az (0.1 milyon ha’dan az) olmuştur. 2003 yılında ise, üretimi yapılan transgenik bitkilerin % 73′ ünü (49.7 milyon hektar) yabancı ot ilacına (herbisitlere) dayanıklılık, % 18′ ini (12.2 milyon hektar) zararlılara dayanıklılık, % 8’ini (5.8 milyon hektar) hem yabancı ot ilacına ve hem de zararlılara dayanıklılık özelliğine sahip transgenik bitkiler oluşturmuştur.
TRANSGENETİK(GDO’LU) ÜRÜNLERİN RİSKLERİ NELERDİR?
Transgenik ürünler tabiatta yetişen diğer ürünlerden farklı olarak kendi türlerine ait olmayan genleri taşıdıklarından beraberinde bazı önemli sakıncaları de getirmektedir. Transgenik ürünlerin üzerinde risk oluşturma ihtimali bulunan başlıca alanlar şunlardır: insan ve hayvan sağlığı, biyolojik çeşitlilik, çevre ve sosyo-ekonomik yapıdır.
Uygulanmakta olan mevcut biyoteknolojik yöntemlerle bitkisel ürünlere aktarılan genler bitki, bakteri ve virüs kaynaklıdır. Gen aktarımı veya değişikliğe uğratılması sırasında işaretleyici olarak antibiyotik dayanıklılık genleri (kanamisin ve ampisilin) kullanılmaktadır. Gen aktarımı ile birlikte diğer organizmalardan hastalık ve alerji yapacak özelliklerin taşınması ihtimali transgenik ürünlerin birincil ve ikincil metabolik ürünleri içinde beklenmeyen biyokimyasal ürünler bulunması risklerini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca, antibiyotik dayanıklılık genlerinin insan yada hayvan bünyesine geçmesi nedeniyle dayanıklılık oluşması, transfer edilen genlerin insan bünyesindeki bakterilerle birleşme ihtimali, virüs kaynaklı genlerin dayanıklılık genini diğer virüslere transfer etme ihtimali de insan ve hayvan sağlığı için oluşabilecek risklerle ilgili diğer kaynaklardır.
Canlılara aktarılan yeni özellikler bu canlıların, özellikle bitkilerin, salıverildikleri çevrede bitki sosyolojisinin bozulmasına, doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına, ekosistemdeki tür dağılımının ve dengenin bozularak genetik kaynakları oluşturan yabani türlerin doğal evaluasyonlarında sapmalara sebep olabilecektir. Transgenik ürünlerden olabilecek bir gen kaçışı yabani türlerin de aynı özelliğe sahip olmalarına neden olabilir. Bu durumda tabii evaluasyon ve dolaysıyla gen kaynakları geri dönülmesi zor bir tahribatla karşı karşıya kalacaktır. Eğer yabani otlara dayanıklılık geni, transgenik bitkinin yabani türlerine geçer ise, bu türlerle yapılacak mücadelenin zorluğu açıktır. Böyle bir durumda mevcut gen kaynağının tamamen kaybedilmesi dahi söz konusudur. Sahip olduğumuz biyolojik çeşitliliğin korunması açısından, gen kaynakları ülkemizde bulunan türlerin transgenik olanlarının getirilmesinde ve üretilmesinde hassasiyet gösterilmesi gerekmektedir. Ayrıca, yabancı ot ilaçlarına dayanıklı hale getirilmiş transgenik çeşitlerin üretildiği alanlarda bir yıl sonra gelişebilecek kendi gelen bitkiler, o yıl ki diğer bir ürün için yabancı ot durumunda olup, herbisitlerle mücadeleleri de güç olabilecektir.
Bitki çeşitlerinin teknoloji ürünü çeşitler haline gelmesi geleneksel çiftçilikte ve yerel türlerin kullanımında olumsuz etkilere neden olacağı gibi, tarımda dışa bağımlılık sonucunu da doğuracaktır. Çünkü, transgenik ürünler gelişmiş ülkelerde ve özel sektör tarafından kar amacıyla üretilmektedir. Bu ürünler çoğunlukla açık tozlaşan hibrit türlerdir. Dolayısıyla her yıl tohum yenilenmesi gerekmektedir. Hali hazırda, transgenik ürünlerin tohumları, transgenik olmayanlara göre, değiştirilen özelliğe bağlı olarak %25 ile %100 arasında daha pahalıdır. Yüksek fiyat nedeniyle tohumluk alımını uzun süre devam ettiremeyecek olan küçük çiftçiler bu durumdan zarar göreceklerdir.
Aktarılan yeni özelliklerden veya kullanılan teknolojide taşıyıcı olan veya değiştirilerek çevreye bırakılan mikro-organizmaların toprak mikro-organizma yapısına etkileri konusunda tereddütler vardır. Eğer geliştirilen mikro-organizmalar ortama hakim olurlarsa, ki böyle bir ihtimal mevcuttur, doğal ortam bozulacaktır. Çevreye ve biyoçeşitliliğe, olabilecek bir diğer etki de, tek yönlü kimyasal uygulanmasından kaynaklanacak olan tek yönlü evaluasyonun teşvik edilmesidir. Böylece ortamda, tek yönlü bir flora ve fauna oluşumu meydana gelecektir. Dolayısıyla, çevrede bir dengesizlik meydana gelebilecektir. Ayrıca, virüslerden alınan genlerin dayanıklılık özelliğini diğer virüslere transfer etmesi durumunda virüs populasyonlarında istenmediği halde dayanıklılık oluşacağından çevre için ayrıca bir risk oluşturmaktadır. Öte yandan, zararlılara dayanıklı Bt’li transgenik çeşitlerin, doğada hedef olmayan diğer faydalı ve zararlı canlılara da (Kral Kelebeği hadisesi gibi) etkileri ihtimal dahilindedir.
Transgenik bitkilerin üretimi ile tarımsal üretim sistemlerinde de değişiklikler olabilecektir. Transgenik çeşit sahibi firmalarca, özellikle Bt’li çeşitlerde dayanıklılığın idamesinin sağlanabilmesi için, üreticiler tarafından tarlalarının belli bir kısmında transgenik olmayan çeşidin kimyasal mücadele yapılmaksızın yetiştirilmesi (refuge), tohum satışında yapılacak protokol ile sağlanacaktır. Örneğin, ABD’de Bt’li (pembe ve yeşil kurda dayanıklı) pamuk çeşidi üreticileri, ya 100 hektar Bt pamuğa karşılık 25 hektar alanda klasik (transgenik olmayan) pamuk çeşidini -Bt’li olanlar hariç- her hangi bir insektisit uygulamasıyla yetiştirmek; ya da 100 hektar Bt pamuğa karşılık 4 hektar alanda klasik pamuk çeşidini pembe ve yeşil kurda karşı hiçbir insektisit uygulamadan yetiştirmek zorundadır. Avustralya’da ise Bt pamuk üreticileri, ya 100 hektar Bt pamuğa karşılık 50 hektar alanda klasik (transgenik olmayan) pamuk çeşidini pembe ve yeşil kurda karşı her hangi bir insektisit uygulamasıyla yetiştirmek; ya da 100 hektar Bt pamuğa karşılık 10 hektar alanda klasik pamuk çeşidini pembe ve yeşil kurda karşı hiçbir insektisit uygulamadan yetiştirmek zorundadır. Böylece transgenik çeşitlerin verimleri transgenik olmayanlarla aynı olduğu halde, üretim alanının belli bir kısmından (refuge için ayrılan alandan) ürün alınmayacağından, toplam üretim miktarı da o oranda düşük olacaktır. Söz konusu “refuge” uygulamasının yapılmaması halinde transgenik çeşitlerde (hastalık ve zararlılara karşı) dayanıklılığın 5 yıl içinde kırılabileceği tahmin edilmektedir.
Ülkemizi ilgilendiren bir diğer husus ise, tarımsal ürün ihracatımızda önemli bir pazar durumunda olan Avrupa Birliği ülkelerinin bu konudaki yaklaşımlarıdır. Bu ülkelerdeki tüketiciler henüz bu ürünlerin tüketimine olumlu bakmamaktadırlar. Transgenik ürünlerin tüketiciler tarafından tercihi ve halkın kabulü de olayın bir diğer sosyo-ekonomik boyutu olup; tüketicinin ne yediğini bilmesi ve tercihini ona göre yapabilmesi için bu ürünlerin etiketlendirilmeleri zorunlu tutulmalıdır.
DÜNYA’ DA TRANSGENETİK BİTKİLERE İLİŞKİN MEVZUATIN MEVCUT DURUMU
Dünya’da mevcut hukuki düzenlemeler, bağlayıcılığı olmayan, kılavuz niteliğindeki ve gönüllü uygulamaya dayalı uluslararası biyogüvenlik düzenlemeleri ile ülke bazında bağlayıcı niteliği olan yasal düzenlemeler olarak ele alınabilir.
Başlıca uluslararası biyogüvenlik düzenlemeleri şunlardır:
* UNIDO (BM Endüstriyel Kalkınma Organizasyonu) Sekreteryası’nın 1991 Temmuz ayında yayınladığı “Organizmaların Çevreye Salımı Konusunda Gönüllü Talimatı”;
* 2. FAO (BM Gıda ve Tarım Organizasyonu) tarafından, Bitki Genetik Kaynakları Komisyonu (CPGR)’nun talebi üzerine hazırlatılarak, 1991 Kasım ayında yayınlanan “Bitki Biyoteknolojisi Talimatı”;
* Gündem 21 (1992) ve Gündem 21′ i hayata geçirme amacını taşıyan Biyoteknolojinin Risklerinin Önlenmesi için Uluslararası Teknik Direktifler;
* Gelişmekte olan ülkelerin, biyogüvenlik kapasitelerini oluşturmalarında kılavuzluk yapmak amacıyla UNEP (BM Çevre Programı) tarafından hazırlanmış olan “Biyogüvenlik Kılavuzu” (1997);
* BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (özellikle 8 ve 19. Maddeler),
* BM Cartegena Biyogüvenlik Protokolü.
Yukarıda sözü edilen düzenlemelerden son ikisi, uluslararası bağlayıcı özellik taşımaktadır.
BM Cartagena Biyogüvenlik Protokolü
Genetik yapısı değiştirilmiş canlıların ve metabolilk ürünlerinin kısa ve uzun vadede ekosistem üzerinde yapabileceği etkiler konusunda duyulan tereddütler, 1992 yılında yapılan Rio Konferansında dikkate alınmış ve bu konferansın bir çıktısı olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde, hem ulusal önlemler almak ve hem de uluslararası bağlayıcılığı olan bir protokolün hazırlanması kararlaştırılmıştır. Cartagena Biyogüvenlik Protokolü 1996 yılında başlayan bir sürecin sonunda 29 Ocak 2000 tarihinde BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine ek protokol olarak kabul edilmiş ve 24 Mayıs 2000 tarihinde imzaya açılmıştır. Protokol, Temmuz 2002 tarihi itibarıyla aralarında ülkemizin ve Avrupa Birliği üyelerinin de bulunduğu 100 ülke tarafından imzalanmış ve Dünyada 11 Eylül 2003 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz tarafından 24 Mayıs 2000 tarihinde imzalanan Cartagena Biyogüvenlik Protokolü, 17.06.2003 tarihinde T.B.M.M.’de görüşülerek 4898 Sayılı Kanun ile kabul edilmiş olup; 24.06.2003 tarih ve 25148 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak 24.01.2004 tarihinde ülkemizde yürürlüğe girmiştir.
Protokolün amacı; Çevre ve Kalkınma Hakkındaki Rio Deklarasyonu’nun 15 numaralı prensibinde yer alan ön tedbirci yaklaşıma uygun olarak, insan sağlığı üzerindeki riskler göz önünde bulundurularak ve özellikle sınır ötesi hareketler üzerinde odaklanarak, biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürdürülebilir kullanımı üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilecek ve modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş olan değiştirilmiş canlı organizmaların güvenli nakli, muamelesi ve kullanımı alanında yeterli bir koruma düzeyinin sağlanmasına katkıda bulunmaktadır.
Dünya’daki Ülkelerin Transgenik Bitkilere İlişkin Mevzuatları
Bu konuda mevzuatı en kolaylaştırıcı olan ülkeler, ABD, Kanada, Arjantin, Avustralya, ve nispeten Meksika’dır. Avrupa Birliğinin biyogüvenlik konusunda 1990 yılında çıkarttığı kapsamlı bir direktifi bulunmaktadır. Bir önceki grupta verilen ülkelerle karşılaştırıldığında AB’nin mevzuatı oldukça katı kurallar ihtiva etmektedir. Bu nedenle Avrupa’da transgenik ürünlerin üretim ve kullanıma sokulması oldukça yavaş seyretmektedir. Avrupa’da, transgenik ürünlerin üretim ve tüketimine en sıcak bakan ülkeler Fransa, İspanya ve İngiltere’ dir. Ancak, bunlardan ilk ikisinde sembolikte olsa üretimler olmasına rağmen İngiltere henüz üretimle ilgili açık bir tavır göstermemektedir. Danimarka, İsveç, Norveç ve Avusturya aşırı kamu oyu baskısı nedeniyle şimdilik herhangi bir üretim faaliyetine sıcak bakmazken, diğer Birlik ülkeleri özellikle İngiltere’nin açık tavrının belirli olmasını beklemektedir. AB’nin yaklaşımının çoğunlukla politik esaslara dayandığı tahmin edilmektedir. Bunun temel nedenleri olarak Birlik içerisinde tarım ürünlerine yüksek oranda sübvansiyon uygulanması ve halihazırda bir çok üründe üretim fazlası bulunması ve Birlik ülkelerinden herhangi birinde geliştirilmiş ve müsaade almış rekabet üstünlüğü olan transgenik bir ürünün bulunmayışı gösterilmektedir. Ancak, Birlik üyesi ülkelerde değişik ürünlerde toplam 1500 civarında alan denemesi kurulduğu bilinmektedir. AB’nin kısa süre içerisinde bu ürünlerin üretimine izin vereceği tahmin edilmektedir. Doğu Avrupa ve Rusya dahil Bağımsız Devletler Topluluğu bu ürünlerin üretimine küçük alanlarda başlamışlardır.
Transgenetik Bitkilerin Ülkemizdeki Mevcut Durumu
Türkiye’deki 11 bin bitki türünden alt sınıflandırma birimleriyle birlikte yaklaşık 3700′ ü dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Türkiye biyolojik zenginlik ve endemik (sadece o yörede bulunan) bitki türleri açısından çok zengin olması nedeniyle, tür çeşitliliğini tehdit eden GDO’lar konusunda önlem alınması sadece Türkiye icin değil, dünyanın biyolojik mirasının gelecek nesillere taşınabilmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Tarımsal biyolojik çeşitlilik açısından Anadolu çok önemlidir çünkü topraklarımız buğday, arpa, yulaf, nohut gibi günümüzde dünya nüfusunun çok büyük bir kısmının gıdası haline gelmiş bir çok ürünün gen merkezidir. Zararlı böceklere karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için bazı bitkilere aktarılan toksin (zehir) karakterli genler, o böcekleri yiyerek beslenen yararlı böcek türlerinin de yok olmasına neden olabiliyor. GDO’lu ürünler fazla tarım ilacı kullanılmasına neden olmaktadırlar. Uzmanlar, hastalıklara ve böceklere direnç gösteren genetiği değiştirilmiş bitkilerin diğer bitkilerden daha yüksek bir alerjik potansiyele sahip olabileceğine dikkat çekiyor. Allerjik reaksiyonların sık olmasa da ölümcül alerjik reaksiyona bağlı ölüm riski taşıdığı göz önüne alınırsa olası tehdidin boyutu daha iyi anlaşılabilir. Araştırmalar genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin fareler için toksik etki yarattığını, bağışıklık sisteminde bozukluklar, viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğunu ortaya koymaktadır.
Ülkemizde genetik yapısı değiştirilmiş (transgenik) bitkiler ile ilgili olarak ilk mevzuat hazırlık çalışmaları Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından 1998 yılı başında başlatılmıştır. Bu çalışmalar sonucunda hazırlanan “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat” 14.05.1998 tarih ve TGD/TOH-032 sayılı Bakanlık Olur’u ile yürürlüğe girmiş olup; bu talimat hem yurtdışından ithal edilmek istenen yurtdışında geliştirilmiş transgenik çeşitlere ve hem de yurt içinde geliştirilmiş transgenik çeşitlere uygulanacak prosedürleri içermektedir.
Yürürlükte olan “Transgenik Kültür Bitkilerinin Alan Denemeleri Hakkında Talimat”a göre, transgenik bitkilerin ithalatı için, önce belli lokasyonlarda Araştırma Enstitülerince alan denemelerine alınmalarına izin verilmektedir. Alan denemelerine alınması için başvuruda bulunulan transgenik çeşitlerde ise olası riskleri minimuma indirmek üzere başlıca şu kriterler aranmaktadır:
* Transgenik bitki çeşidinin veya ona bu özelliği veren gen veya genlerin, geliştirilmiş oldukları ülkede başvuru yılından en az 3 yıl önce tescil edilmiş olması
* Çeşidin başta tescil edildiği ülke olmak üzere, transgenik bitkilerle ilgili mevzuatın uygulanmakta olduğu ülkelerde de ticari olarak üretiliyor olması
* Denenecek transgenik bitkinin insan, hayvan, bitki ve çevre sağlığı yönünden riskler taşımaması
* Türkiye flora ve faunası için potansiyel bir tehlike oluşturmasını engellemek üzere, transgenik bitkinin Türkiye’de yakın akraba ve yabanileri olan türlere ait olmaması
Cartagena Biyogüvenlik Protokolün uygulanması ve konu ile ilgili ülkemiz diğer ihtiyaçlarının karşılanması için, ülkemizde ihtiyaç duyulan yasal, idari ve teknik yapıyı oluşturmak üzere, ihtiyaçların tespitini amaçlayan ve UNEP-GEF tarafından desteklenen 18 aylık (Eylül 2002- Mart 2004) “Ulusal Biyogüvenlik Çerçevelerinin Geliştirilmesi Projesi”, Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü koordinatörlüğünde yürütülmektedir. Bu proje çalışmaları kapsamında ülkemizin ihtiyacı olan “Ulusal Biyogüvenlik Kanun Taslağı” hazırlanmış bulunmaktadır.
Biyogüvenlik Sistemi Oluşturulması
Transgenik ürünlerden doğabilecek risklerin azaltılması ve beklenen azami faydanın sağlanması mümkündür. Bu amaçla transgenik ürünlerin üretiminde ve ithalatında öncelikle, bu ürünlerden beklenen azami fayda ile doğabilecek azami riskler kıyaslanmalıdır. Beklenen azami fayda için, transgenik ürünlerin ülkenin gerçekten tarımsal bir sorununa çözüm olup olmadığı ve ülkenin gerçekten bu ürünlere ihtiyacı olup olmadığı sorularına yanıt aranmalıdır. Öte yandan, transgeniklerin üretimlerinden doğabilecek azami riskler saptanarak, bu ürünlerin üretimi ile alınabilecek azami faydaların, ülkede doğabilecek azami risklere değip değmeyeceğine karar verilmelidir. Bütün bunlar yapılırken, tabii ki tüketicinin tercihleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Her ne olursa olsun, risk oluşturma ihtimali olan bu ürünlerde RİSK ANALİZİ yapılmalı ve gerekli önlemler alınmalıdır. Böylece bu ürünlerin üretiminde risklerin minimuma indirilmesi ve bazı durumlarda ise ortadan kaldırılması mümkündür.
Risk analizi başlıca üç aşamadan oluşmaktadır: Risk değerlendirme, risk yönetimi ve risk iletişimi. RİSK DEĞERLENDİRME, modern biyoteknoloji teknikleri uygulamalarının ve modern biyoteknoloji ürünlerinin insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuz etkilerin belirlenmesi sürecini kapsamaktadır. RİSK YÖNETİMİ, belirlenen risklerin meydana gelme olasılığının ortadan kaldırılması ya da meydana gelme durumunda oluşacak zararların kontrol altında tutulması için gerekli tedbirlerin alınmasıdır. RİSK İLETİŞİMİ ise, risk değerlendirme aşamasında belirlenen risklerin ve risk yönetimi sırasında kontrol altında tutulmaya çalışılan risklerle ilgili alınması gerekli tedbirlerin ilgili tüm mercilere duyurulması ve risk bilgi akışının ilgili taraflar arasında sağlanmasıdır.
Modern biyoteknolojinin insan sağlığı, sosyal yapı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşacak olumsuzlukları önceden belirleyerek, gerekli tedbirlerin alınması da BİYOGÜVENLİK SİSTEMİNİ gerektirmektedir. Ülkemizde de Biyogüvenlik Sisteminin kurulması için:
* “ULUSAL BİYOGÜVENLİK KOMİTESİ”nin ve bu alanda ihtiyaç duyulacak diğer alt komitelerin (Enstitü Biyogüvenlik Komitesi) kurulması;
* Ulusal Biyogüvenlik Mevzuatlarımızın, Avrupa Birliği’nin ilgili mevzuatları ile uyumlaştırılarak bir an önce yürürlüğe sokulması;
* Cartagena Biyogüvenlik Protokolü’nün gerektirdiği Biyogüvenlik Sisteminin kurulması için gerekli olan alt yapının oluşturulması;
gerekmektedir.
SONUÇ
21. Yüzyılda, altı milyarın üzerine çıkacak Dünya nüfusunun beslenebilmesi için, kıt kaynakların kullanılarak yeterli tarımsal üretim yapmada yegane çözüm olarak “TARIMSAL BİYOTEKNOLOJİ” görülmektedir. Ancak bu alanda, çevremize ve gelecek nesillere etkileri olabilecek risklerin minimuma indirilmesi ve bunun için gerekli önlemlerin alınması göz ardı edilmemelidir.
KAYNAK:orguder.org.tr
Paylaşım için teşekkürler Altan YILMAZ